Yağmur Yıldırımay
Bir bezelye yemeği aklınızı ne kadar kurcalayabilir? Yaşadığınız yerin tüm yemeklerinin ismini biliyor musunuz ve bilmezseniz başınıza bir şey gelir mi? Türk kahvesini en çok ne için içersiniz? Güzin Yalın’ın ‘Küçük Meseleler’ kitabı bu sorulara cevap aramıyor ama yaşamın kargaşa dolu ahvali içinde karakterlerini sofralarda, yiyeceklerin etrafında buluşturmayı seviyor. Bu sofraların, yiyeceklerin her biri kendine has; bazen bir diyet listesine girecek sebzelerin sıralandığı liste, bazen esnaf lokantasında işi yürütmeye çalışan bir adamın medet umduğu kebap. Ve hepsi, kuyrukları birbirine değmeyen kırk tilkinin aynı anda tepiştiği yerde; kendi kendimize konuşmalarımızın yanı başında. Yeme hali merkezde değil, fakat küçük dünyamızın küçük meselelerinin olmazsa olmazı.
‘Küçük Meseleler’in asıl merkeze aldığı şey, teferruatlar. Kafamızın içinde dönüp duran, bayır aşağı koşar gibi durmasını kat’a engelleyemediğimiz bir sürü şey; kendimize anlattığımız, sonra bir yerde neden bunu düşünüyorum dediğimiz ama düşünmeye devam ettiğimiz, hikayeler yazdığımız, cevaplar bulduğumuz, içimizi şişirdiğimiz… İlk öykü “Bezelye Küçük, Mide Bulandırır”da mesela, hastane karşısındaki bir binada oturanların aklına düşenler okunur tüm ayrıntılarıyla. Yeni evlenen komşulardan bir kadın, kayınvalidesi yemeğe geleceği için telaşlıdır, yaptığı bezelyenin iyi olup olmadığı derdine düşer. Bir taraftan da yemek yapma işinin kendisine kalmasına, biricik sevgilisi, evinin erkeği kocasının bir köşeden kendisini seyretmesine öfkelene öfkelene düşünür durur fakat aklından geçenler sadece bunlar değildir. O arada, ona etki eden, o an gördüğü/hatırladığı her şey eşlikçisidir. Aynı şey üst komşusu için de geçerli. “Erkek adam yemek pişirmeye bu kadar merak salar mı hiç!” diyen annenin oğlu Can, bir yandan annesiyle kavga ederken içinden, diğer yandan sevgilisi Tekin’e yaptığı güzel yemekleri över, hatta hastanede hemen karşısında oturan prostat muayenesine gelmiş amcalara da bir güzel saydırır. Öykünün tamamı, her karakterin dünyasına mahsus, birbirinden azade ama birbirine çok sıkı bağlı birçok gidiş gelişle sürer. Âdeta bir “içeri” deşifresidir, biraz da “çağdaş bir büyücülük”tür; zira kaptırır gidersiniz kendinizi, çünkü şuurda farkında olmaksızın beliriveren her şey, aynı hızda yazıya dökülmüştür.
Bu tılsım-ı kainat içinde dikkati en çok celp eden kadınlardır. Tantana edenler arasında hep bir mücadele içindedir kadınlar öykülerde. “Tatlı Yiyelim, Doğru Konuşalım” öyküsündeki Nurten, kendisini dinlemeyen kocasıyla geçirdiği ömrün muhasebesini hep “içinde” tutar. “Zaten sürekli konuştuğu ve genellikle de hiçbir yanıt alamadığı için anlattıklarının üzerine fazla durulmamasına alışkın” olan Nurten, kendisini sürekli tersleyen, dinlemeyen kocası Selami’nden kaçış olarak kendi içine sığınır. Her hafta düzenli olarak kocasının sevdiği böreği yaparken ise mutfağı, kocasıyla yakınlaşabileceğini umduğu yer olduğu için kıymetlidir.
“Neyse Halim, O Çıksın…” öyküsündeki Şükran Teyze de, kocasının ölümünden sonra baş başa kaldığı boşlukta yine bu “iç”e dadanır; ölen kocası da eşlik eder kendisiyle olan konuşmalarına. Fakat Nurten’in aksine Şükran Teyze’nin yanında onu dinleyen, seven komşuları da vardır. Her çarşamba Şükran teyzenin evinde buluşan Menekşe Apartmanı sakinlerinden beş kadın, kurdukları sofralarla bir nevi yaralarını sarmak isterler. Onlar için bir çıkış yoludur bu yan yana olmaklık. Yazar da bu yolu teşrih etmek istercesine uzun uzadıya konuşur ve sofralar da bir teşrih masası haline gelir. Ailesinin “birileri aklını çelmeden” evlendirdiği, ısrarla kocasıyla büyük bir aşk yaşadığını söyleyen fakat buna önce kendisinin inanması gereken Nilgün; hep hüzünlü bir aşk macerasının içinde kıvranan Neşe; kızından ayrı düşürülen Ayten… Hepsi bir yandan yiyip içerken bir yandan ördükleri kazakların, dantellerin ilmeklerinde kendilerini de dönüştürürler. Kurdukları cemaatin lideri Şükran teyze sayesinde içine düştükleri boşluklara inat, yaşama bir ucundan tutunurlar. Üç yıldır izahı zor olan bu aidiyet duygusu, onların “seçilmiş aile” olduklarının da kanıtıdır. Öyküde her karakterin, ailelerinden birine verdikleri değerin karşılığını alamaması, bu “seçilmiş aile”nin verilmiş olandan ne derece kıymetli olduğunu gösterir.
“Sağlam Kafa, Sağlam Vücutta” öyküsü ise bir hasta, diğeri doktor olan iki kadına odaklanır. Öykü aslında meme kanseri kadının iç konuşmalarından ibarettir denilebilir. Radyoterapiye girmeden önce diyetisyene görünen, “aylardır yıprana yıprana delik deşik olmuş” kadın, kendini tam da boş bir çuval gibi hissettiği günlerde ne yemesi gerektiği söylendiğinde doktoru pek ciddiye alamaz. İçindeki kendini doktorla olan konuşmaya dahil eder; biraz trajik, komik ama oldukça gerçekçi diyaloglar okuruz biz de. Ameliyat olalı henüz üç hafta olan kadına yemesi gerekenler sayıldığında içinden müstehzi tiratlar atar: “Ben kanser olmuş olabilirim, siz üzmeyin bu kadar kendinizi, keyfinize bakın lütfen. Bütün dünya keyfine baksın zaten! Lütfen ağlamak yok! Hem ne oluyoruz, cenaze mi çıktı? Ne olmuş yani kanser olmuşsam? Dünyanın sonu değil ya! Bu kadar insanın başına geliyor da benimkine neden gelmesin? Sakın, sakın ağlamayın küçük hanım. Ben ne isterseniz onu yerim, hiçbir şey yememi istemezseniz aç gezerim.” Kanserden önceki hayatına özlem duyan kadının bir de mutfağına müdahale edilmesi canını epey sıkar. Öyküde sofra, kanserin de etkisiyle zulmet-feza bir hal alır.
‘Küçük Meseleler’in alamet-i farikası günün hengâmesi içinde aklımızdan geçen türlü anları, anıları, hayalleri, tökezlemeleri, sevinçleri… bir çırpıda ama tane tane anlatması. Ve tabii bir de bazen acı da olsa sofralar kurmayı, yemekler pişirmeyi, yeni tatlar denetmeyi ihmal etmemesi.